25 Ocak 2012 Çarşamba

Prof.Dr.ABDÜLKERÎM GERMANUS (Macar)



Prof.Dr.ABDÜLKERÎM GERMANUS (Macar)
Prof.Dr.Germanus,Budapeşte Üniversitesinde “Şark(Doğu)ilmleri” profesörü olup,bütün dünyâca meşhûrdur. Kendisi Birinci ve İkinci Cihân Harbleri esnâsında Hindistânı gezmiş ve bir müddet Tagorenin idâre etdiği (Şanti Naketen) Üniversitesinde hocalık yapmıştır. Bundan sonra, Delhîye gelmiş ve (Câmi’a-i Milliyye)de müslümân olmuştur. Prof.Germanus bilhâssa Türk lisânı ve Türk edebiyâtı üzerinde büyük bir otorite kabûl edilmektedir.
Dahâ yeni delikanlı olmuştum. Yarı çocuk sayılırdım. Yağmurlu birgün, elime eski bir resmli dergi geçdi. Bunda uzak memleketlere âit resimler bulunuyordu. Sayfaları kayıtsızca çevirirken, birdenbire bir resme gözlerim takıldı. Bu resimde birtakım tek katlı küçük evler, bunların etrâfında, içinde güller bulunan bahçeler vardı. Evlerin damları üzerinde bizim bilmediğimiz biçimde birtakım güzel elbiseler giymiş insanlar oturuyor ve bir yarım ayın ancak aydınlatdığı alaca karanlık semâ altında kendileri ile sohbet eden birisini dikkat ile dinliyorlardı. İnsanlar, elbiseler, evler, bahçeler Avrupadakilerden temâmen farklı idi. Resim altında bulunan ifâdeden anlaşıldığına göre, bu resim, Arabistân'da, küçük bir şehirde, bir meddâhı dinleyen Arabları gösteriyordu. Ben, o zamân onaltı yaşındaydım. Macaristanda, koltuğa kurulmuş bir üniversite talebesi Macar olarak, bu resme bakdıkça, kendimi sanki orada, o Arabların yanında, meddâhın tatlı ve gür sadâsını duyuyor, bundan zevk alıyordum. Bu resim, hayâtıma bir istikâmet verdi. Hemen Türkçe öğrenmeğe başladım. Çünkü artık şark(doğu) ile alâkam hâsıl olmuşdu. Türkçe öğrendikçe, farkına vardım ki, Türk dilinde Türkçe kelimeler azdır ve Türkçenin şiiri, Fârisî, nesri ise,Arabî ile takviye edilmiştir. O hâlde şarkı iyice anlamak için,bu iki dili de öğrenmek îcâb ediyordu. İlk Üniversite tatîlinde Macaristan'a en yakın olan Bosna'ya gitmeye karar verdim.Hemen yola çıktım. Bosna'ya gelince, bir otele iner inmez (Buradaki müslümânlar nerede bulunur?) diye sordum.Bana bir yer tarîf ettiler. Oraya gitim. Türkçeyi dahâ ancak yarım yamalak biliyordum.
Acabâ Türklerle anlaşabilecekmiydim?Müslümânlar, kendi mahallelerinde, bir kahvede toplanmışlar, keyf çatıyorlardı.Bunlar şalvarlı, bellerinde kuşak ve kuşağın içinde parlak kınlı hançerler bulunan ciddî sûretli,iri yarı insanlardı. Başlarındaki sarıklar ve geniş şalvarları ile hançerleri, onlara biraz acâib bir görünüş veriyordu. Ben, biraz mahcûb, biraz korkak bir hâlde kahveden içeri girerek, bir köşeye büzüldüm.Biraz sonra, onların kendi aralarında gizli gizli hafîf sesle konuştuklarını ve gözleri ile bana işâret ettiklerini gördüm. Muhakkak benden bahsediyorlardı. Aklıma,Macaristan'da işittiğim ve müslümânların hıristiyanları nasıl öldürdüklerini anlatan hikâyeler geldi. (Şimdi yerlerinden kalkacaklar,hançerlerini çekerek beni boğazlıyacaklar) diye düşünüyor,buraya geldiğime bin kere pişmân oluyordum. Nasıl firâr edeceğim diye plânlar yapıyor, fakat, korkudan yerimden kımıldayamıyordum. Birkaç dakîka sonra, garson bana güzel kokulu bir fincan kahve getirdi. İşâretle,bunun bana kendilerinden,o kadar korktuğum müslümânlardan ikrâm edildiğini bildirdi. Korka korka onlara baktığım zamân, onlardan biri samîmî ve tatlı bir gülümseme ile bana bakarak selâm verdi. Ben de korkudan titreyen dudaklarımla gülümsemeğe çalışarak selâmına mukâbele ettim.Benim düşmân zan etdiğim bu adamlar, yerlerinden kalkarak yanıma geldiler.
Kalbim hâlâ şiddet ile çarpıyor, (şimdi bana saldıracaklar) diye bekliyordum.Hâlbuki, hepsi dostça etrâfıma dizildiler.Tekrar selâm verdiler. Biri sigara uzattı. Sigarayı yakarken, kibritin verdiği ışıkda, uzakdan vahşî görünen bu adamların yüzlerinde çok mubârek bir ifâde olduğunu hayret ile gördüm. Korkum biraz yok oldu. Pek noksan Türkçem ile onlarla konuşmaya gayret ettim.Dahâ ağzımdan ilk Türkçe kelimeler çıkarken, onların yüz ifâdeleri büsbütün güzelleşdi. Artık dost olmuştuk. Hançerle saldıracak zan ettiğim kimseler, beni evlerine davet ettiler. Birçok ikrâmlarda bulundular. Bana şefkat ellerini uzattılar. Onlar yalnız benim istirâhatımı, iyiliğimi istiyorlardı. İşte müslümânlarla ilk tanışmam, böyle oldu. Ondan sonra, birçok hâdiseler birbirlerini takîp etti. Her yeni hâdise, gözümde başka bir perdeyi açtı. İslâm memleketlerini birer birer ziyâret ettim. Bir müddet, İstanbul Üniversitesinde okudum. Anadolunun ve Sûriye'nin güzel yerlerini ziyâret ettim.Bu arada Türkçeden başka, Arabî ve Fârisî de öğrenmiş olduğumdan, Budapeşte Üniversitesi beni (İslâm Eserlerini Araştırma) Enstitüsüne profesör olarak tayîn etti. Üniversitede asırlardan beri toplanmış birçok eski eserleri buldum. Bunları incelemeğe başladım. Pekçok güzel şeyler öğrendim.
Bu esnâda, İslâm dîni hakkında da bilgiler topluyordum. Bunları inceledikce, İslâmiyet kalbime nüfûz ediyor ve ben okuduğum kitâbların [bunların arasında özellikle Kur’ân-ı kerîm ile Hadîs-i şerîf kitâblarının] tesîri altında kalıyordum. Nihâyet, tekrar şarka giderek bu sefer islâm dînini çok yakından tetkîk etmeğe karâr verdim. Bu seferki seyâhatim, beni Hindistân'a götürdü. Rûhum boştu. Rûhum susamışdı. Delhîye geldiğim gece, rüyâmda Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” bana göründü. Üzerinde sâde, fakat çok kıymetli bir elbise vardı. Bu elbiselerden bana doğru, çok güzel bir koku geliyordu. Kibâr, çok güzel, sevimli, parlak yüzü ve nûr saçan tatlı gözleri karşısında, dilsiz kalmışdım. Bana çok tatlı, fakat emir edici bir sesle ve Arabî olarak, (Neden üzülüyorsun? Önündeki yolu artık biliyorsun. Doğru yolun hangisi olduğunu seçecek bir seviyeye vardın. Hiç durma ve hemen o yola gir!) buyurdu. Bütün vücûdum titriyordu. Kendisine Arabî olarak, (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen Allahın Peygamberisin! Ben artık buna inandım. Fakat acabâ müslümân olursam huzûra kavuşacakmıyım?Sen çok büyük bir varlıksın!Sen, bütün düşmanlarını yendin ve dâimâ doğru yolu gösterdin!Fakat, ben zavallı, âciz bir kul, göstereceğin yolda bulunabilecek miyim?) dedim.
Hz.Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ciddî ciddî bana bakdı ve yavaş yavaş Kur’ân-ı kerîmden meâl-i şerîfi, (Biz dünyâyı size bir mesken, dağları da dayanak olarak yaratmadık mı?Sizleri çift olarak dünyâya getirdik ve size dinlenmek için, uyku nimetini verdik) olan, Nebe sûresinin yedi, sekiz, dokuz ve onuncu âyetlerini okudu. Bunları söylerken, ağzından çıkan kelimeler, gümüş çıngırakların sesi gibi, tatlı tatlı çınlıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. (Allahım, ben artık uyuyamıyorum, etrâfımda bulunan ve kalın örtüler içinde saklı duran anlaşılmaz şeyleri çözemiyorum. Yâ Resûlallah, yâ Muhammed “aleyhissalâtü vesselam”! Bana yardım et, beni aydınlat!) diye bağırmağa başladım. Bir yandan da, o büyük Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” eziyet vermekten korkuyordum. Boğazımdan anlıyamadığım sadâlar çıkıyor, çırpınıyordum. Nihâyet, kendimi bir boşluğa yuvarlanıyormuş gibi hisettim ve tere batmış bir hâlde uyandım. Kalbim şiddet ile atıyor, kulaklarım çınlıyordu.
Cuma günü, Delhîde Şâh cihân câmi’inde şöyle bir hâdise oldu. Sarı saçlı, donuk beyâz yüzlü yabancı bir genç, bazı yaşlı müslümânların arasında câmiye giriyordu. Bu bendim. Üzerimde bir Hindli elbisesi vardı. Yalnız, göğsüme bana İstanbulda verilen bir altın madalyayı takmışdım. Câmideki müslümânlar, bana hayret ile nazar ediyorlardı. Ben ve arkadaşlarım minberin yakınına vâsıl olduk. Biraz sonra, ezân sesi duyulmaya başladı. Câminin içinde bulunan yaklaşık 4000 kişinin, sanki bir ordu gibi sürat ile bir hizâya geldiğini gördüm. Namâz başlamıştı. Ben de onlarla berâber namâza durdum. Bu benim için unutulmaz bir ân idi. Namâz bitip hutbe de okundukdan sonra, Abdülhay beni elimden tutarak minbere götürdü. Minbere giderken, yere bağdaş kurmuş olanlara çarpmamak için, son derece dikkat ediyordum. Nihâyet minberin yakınına vâsıl oldum ve merdivenlerini çıkmağa başladım.
Dahâ ilk adımlarımı attığım zamân, beyâz sarıklar altında bulunan birçok yüzlerin, tarla içindeki papatyalar gibi, bana çevrildiğini görüyordum. Minber etrâfında toplanmış olan ulemâ bana teşvîk edici nazarlarla bakıyorlardı. Onların bu bakışı, lâzım olan kuvveti bana veriyordu. Minbere çıktım. Etrâfıma bakdım. Önümde muazzam bir insan denizi vardı. Herkes başını kaldırmış, dikkat ile beni dinliyordu. Ağır ağır ve Arabî olarak söze başladım. (Ey burada hâzır bulunan çok muhterem insanlar!Ben buraya uzak bir memleketden, orada öğrenemiyeceğim şeyleri öğrenmek için geldim. Burada maksadıma kavuştum ve rûhum huzûr ile doldu.) Sonra, onlara, târîhte islâmiyetin aldığı mevki, Allahü teâlânın, büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın elinde muhtelif mucizeler yarattığını, bugün islâm devletleri, eski kudretlerini gayb etmişlerse, bunun sebebinin, müslümânların, dinlerine, îcâb eden riâyeti göstermemeleri olduğunu anlattım. Bazı müslümânların, çok kere insanın kendi başına birşey yapamıyacağını, bunun için, çalışmaya lüzûm olmadığını, çünkü her şeyin Allahü teâlâdan geldiğini, insanın bunu değişdiremiyeceğini söylediklerini, hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlânın (İnsanlar kendilerini düzeltmedikce, hiçbir şeyin düzelmiyeceğini ve kendileri gayret etmezlerse, hiçbir şeyi başaramıyacaklarını), (Çalışanlara yardım edeceğini) beyân buyurduğunu ilâve ettim. Kur’ân-ı kerîmde, insanların dâimâ çalışması, âciz kalmaması hakkında yazılı olan âyet-i kerîmeleri ele alarak, bunları birer birer îzâh ettim. Nihâyet, muhtasar bir duâ yaparak minberden indim.
Minberi terk ederken, gök gürültüsü gibi, bir “ALLAHÜ EKBER!”! sesi câmiyi çınlattı. Büyük bir heyecân içindeydim. Etrâfımı göremiyordum. Arkadaşım Aslan'ın beni kolumdan tutarak sürat ile câmi’den çıkardığının farkına vardım. (Neden böyle acele ediyoruz?) diye sordum. (Arkana bak!) dedi. Başımı arkaya çevirdim. Aman Allahım, bütün cemâat arkamdan koşarak bana yetişmeye çalışıyordu. Yanıma geldiler. Bir kısmı boynuma sarılarak beni kucaklıyor, bir kısmı ise, elimi öpmeye çalışıyordu. Başka bir kısmı, onlara duâ etmemi taleb ediyordu. (Allahım, benim gibi çok âciz bir kulun, onların gözünde yüce bir insan olarak görünmesine müsâade etme!) diye yalvarıyordum. O kadar mahcûb olmuşdum ki, kendimi bu temiz müslümânların malını çalmış veyâ onlara hıyânet etmiş zannediyordum. İşte o gün anladım ki,halkın beğendiği bir politikacının eline muazzam bir kuvvet geçiyor!Eğer böyle bir politikacı,halkın ona verdiği kuvveti fenâ kullanırsa, memleket harâb olur.
O gün, bütün müslümân kardeşlerime, çok âciz bir kul olduğumu söyliyerek evime döndüm. Fakat onların dostluğu, sevgisi, bana karşı gösterdikleri hürmet, haftalarca devâm etti. Bana, o kadar büyük bir sevgi gösterdiler ki, bunun tesîri, hayâtımın sonuna kadar bana kâfî gelecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder