5 Ocak 2012 Perşembe

ŞULE YÜKSEL ŞENLER




ŞULE YÜKSEL ŞENLER



Şule Yüksel Şenler, yazar (Doğumu: 29 Mayıs 1938-Mersin). 

1960′lı yıllarda gazete yazıları ve konferanslarla büyük ün kazanmıştır.


Orta ikide bıraktığı öğrenimine rağmen kendisini yetiştirerek 21 yaşında gazetecilik yapmaya başladı. 1965′te görüntüsü ile düşüncelerinin uymadığını düşünerek tesettüre girdi. Yeni İstiklal Gazetesi’ndeki yazıları nedeniyle hakkında davalar açıldı. Anadolu’yu dolaşarak verdiği konferanslarla tartışmalar başlatmıştır. Onu taklit eden genç kızların başlarını aynı şeklide örtmeleriyle bu tarz örtü şulebaşı olarak anılmaya başlandı.



68’lerde fırtına gibi Türkiye’nin gündemine giren Şule Yüksel Şenler, kendini hep “huzurlu bir cemiyet için çırpınan” bir idealist olarak tanımladı. Öğrenim hayatı orta ikide bitti. 

Kendini yetiştirdi, 21 yaşında gazeteciliğe başladı. 

Görüntüsü ile fikirleri arasında tezat olduğunu düşündüğü 1965’te tesettüre girdi. Yeni İstiklal Gazetesi’ndeki yazıları nedeniyle hakkında davalar açıldı. Türkiye’yi ayağa kaldıran konferanslar veriyor, onu dinleyenleri etkiliyordu. “Şulebaşı” hızla yaygınlaşmaya başlamıştı. 

Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay bir mesajında “Sokaklardaki kapalı hanımların öncüleri cezalarını göreceklerdir.” deyince, bir açık mektup yazarak Allah’tan ve milletten özür dilemesini istedi. Sonuç, “cumhurbaşkanına hakaretten” içeri alınmaktı. 

İçerdeki ikinci ayında, Sunay’ın onu affettiği bildirilince kabul etmedi, 7 ay daha yatmayı tercih etti. “Cumhurbaşkanının affıyla kapıdan çıkıp, başım önümde eğik gezmek istemiyorum” diyordu. 

İki kez evlendi ayrıldı, çocuğu olmadı. Türkiye’nin en ünlü kalemleriyle polemiklere giren bu “dik başlı” kadın, 29 Mayıs 2002’de 65 yaşına girdi. 

Onca aktif ve renkli bir yaşamdan sonra 15 yıldır çok ciddi sağlık problemleriyle uğraşıyor. Rahatsızlıkları nedeniyle evden pek dışarı çıkamıyor. Yalnızlığı ve sessizliği hazmetmeye çalışıyor. 








‘ŞULEBAŞ’ İCAT OLUNUYOR
Bu tür tedbirlerle ‘sorun’ bir süre ötelendiyse de ‘akacak kan damarda’ durmaz. 1960’ların ikinci yarısından itibaren başını ‘Şulebaş’ diye anılacak özel bir türbanla kapatan Şule Yüksel Şenler adlı bir kadın yazar ortalığı kasıp kavurur.

DP’li modern bir ailenin kızı olan Yüksel Şenler, annesinin hastalığı yüzünden ortaokulu terk ederek önce eve kapanmış, bir gönül kırıklığının ardından da bir Ermeni terzinin yanında çıraklığa verilmişti. Modayla olduğu kadar siyasetle de ilgilenen Şenler, 1950’lerde ‘Kıbrıs Türktür’ mitinglerine katılmış, 1960’larda AP’nin Bakırköy Gençlik Kolları’nda aktif siyasete girmiş, bir yandan da edebiyat dergilerine yazılar yazmıştır. Bu dönemde Yüksel olan adının önüne kadın olduğu anlaşılsın diye ‘Şule’ adını koyar. Nur cemaatinin üyesi ağabeyinin güçlü telkinleriyle 1965’te örtünür ve kendini Risale-i Nur derslerine verir.

O güne dek örtünen kişilerin küçümsenerek ‘Ayşeler, Fatmalar’ diye anılmasına tepki duyan Şule Yüksel Şenler, örtünen kadınları ‘aşağılık duygusundan kurtarmak’ için başını çok özel bir şekilde örtmeye karar verir. Önce biyeli, atkılı, tokalı özel başörtüler takar. Sonunda kendi ifadesine göre Audrey Hepburn’un Roma Tatili filmindeki bir kıyafetinden esinlenerek oluşturduğu bir modelde karar kılar. ‘Şulebaş’ adıyla ünlenecek bu model günümüzdeki türbanların atasıdır.

Yanında akıl hocası Mehmet Şevki Eygi ile Anadolu turuna çıkan Şule Yüksel Şenler, ilk tesettür konferansını 1967’de Samsun’da verir. Şenler, aynı yıl Türk Kadınlar Birliği’nin hakkında açtığı “çarşafa özendirmek” davasını kazasız belasız atlatır ama dört yıl sonra bir yazısında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a hakaret ettiği gerekçesiyle (Kur’an’ın bir harfini inkâr edenin kâfir olarak adlandırıldığını, türbana karşı çıkan cumhurbaşkanının ise iki ayeti birden inkâr ettiğini söylemiştir) 9 ay 10 gün hapis yatmaktan kurtulamaz. Ankara’da imam-hatip liselerine ve İlahiyat Fakültesi’ne ‘kız imam-hatip yetiştirme kursları” açılmasını sağlayıp, bunlara müdür olan Şenler'in etkisi giderek artar. İlk eşinden boşanan Şenler, ikinci kez evlenir ve eşi dolayısıyla Nakşibendi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun İsmailağa (Çarşamba) Cemaati’ne girerek siyah çarşafa bürünür. 11 yıl sonra ikinci eşinden de şiddet nedeniyle boşandıktan sonra bu cemaatten ayrılır ve uzun süre inzivaya çekilir. O günleri anlatan röportajlarında Şule Yüksel Şenler, ‘Şulebaş’ modelini bulduğu için pişman olduğunu söylüyor. Nedeni de, Peygamberin ‘giyinik çıplaklık’ diye tabir ettiği tarzdaki, gösterişli örtünme biçimlerine istemeden ilham vermiş olması.



Şule Yüksel Şenler (ortada)


1965’ten itibaren Şule Yüksel Şenler’in açtığı yoldan pek çok genç kız yürüyecektir. (Dediğine göre Emine Gülbaran onun evinde tesettüre girmiş, Emine Hanım’ı Tayyip Erdoğan’la o tanıştırmıştır.) Nisan 1968’de İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan (Ekonomi Bakanı Ali Babacan’ın halası) başörtüsüyle derse girdiği için okuldan uzaklaştırılır. Ertesi yıl bu olayı protesto etmek için 35 ilahiyat öğrencisi başörtüsüyle okula gider. 1970’li yıllarda Anadolu’nun dört bir yanından kız öğrencilerin örtünme hikâyeleri gelmeye başlar. 1972 yılında Ankara Barosu’na kayıtlı Emine Aykenar örtünmeye karar verdikten bir süre sonra ‘laikliğe aykırı tutumdan’ dolayı Baro’dan atılır. Dönemin Baro Başkanı Yekta Güngör Özden, baronun yayınladığı broşürde konuyla ilgili olarak şöyle yazacaktır: “Biz bunu barodan söküp atmasak, örtülüler dolduracak her tarafı.”


ÜNİVERSİTELERDE TÜRBAN KAVGASI

1975-1976 öğrenim yılından itibaren imam hatip okullarına başörtüsüyle gidilmesine izin verilmesi, çok sayıda örtülü kızın üniversiteye gitmesine olanak sağlar. Nitekim bu tarihten itibaren ‘başörtüsü sorunu’ üniversitelere taşınır. 1978 yılında Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneği Başkanı’nın “Müslüman kızların başörtülerine uzanan eller kırılacaktır” açıklaması ileriki yıllarda adeta sloganlaşacaktır. 1979’da üniversite seçme sınavına girecek erkek öğrencilerin sakallı, kız öğrencilerin de başörtülü resimleri ile kayıt yaptıramayacakları duyurulur. Aynı yıl Bolu ve İstanbul’daki bazı eğitim enstitülerine başörtüsüyle girmek isteyen genç kızlar, sınavlara alınmamaktan, disiplin cezalarına, fiziki saldırılardan gözaltına alınmaya kadar pek çok engellemeyle karşılaşırlar. Ancak 1979 İran Devrimi’nin de etkisiyle İslamcı talepler giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başlar.


ÇİFTE MEŞRUİYET

12 Eylül 1980 darbecilerinin Milli Eğitim Bakanı emekli Tuğgeneral Hasan Sağlam’ın, Talim ve Terbiye Dairesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, (DİB) imam hatip okullarında okuyan kızların başlarının açık mı, kapalı mı olacağı konusunda görüş istemesiyle birlikte olay yeni bir dönemece girer. DİB raporunda hem Nur Suresi’nin 31. Ayeti ile Ahzab Suresi’nin 59. Ayeti’ne, hem de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne atıfta bulunarak örtünmenin vazgeçilmez temel haklardan olduğunun belirtilmesi, ardından da “Müslüman Türk vatandaşı, ‘Ya Allah emri ya Atatürk ilkeleri’ şeklinde son derece vahim bir tercihle karşı karşıya bırakılmamalıdır” demesiyle konu ‘din ve vicdan özgürlüğü’ alanından ‘insan hakları’ alanına taşınır. Ancak bu ‘bol dayanaklı’ rapora rağmen Milli Eğitim Bakanlığı “öğrencilerin hiç bir şekilde başlarını örtemeyeceklerini” bir genelge ile duyuracaktır.

Konunun giderek akut hale gelmesi üzerine 1981-1982’de çıkarılan bir dizi yönetmelikle kız öğrencilerin ve öğretmenlerin başörtüsü ile derslere giremeyeceği, memurların işyerlerinde başörtüsü örtemeyeceği açıkça belirtilmekle kalmaz, okullarda denetimler sıklaştırılır. Bu dönemde başlarını açmak veya peruk takmak istemeyen pek çok öğrenci okullarını terk etmek zorunda kalır. Ancak yine bu yıllarda muhafazakâr kesimlerin ekonomik açıdan güçlenmeleri, bu kızların yurt dışında eğitim olanaklarına kavuşmasını sağlar. Bu deneyimler, bu kızları biraz daha donanımlı yapar.


2010 yılında Antalya’da üniversitede türban yasağını protesto eden genç kızlar. (Fotoğraf: Hüseyin Kanber)


TÜRBAN TANIMI KİME AİT?

Darbeden sonra yapılan 6 Kasım 1983 seçimlerinde umulmadık bir başarı gösteren Anavatan Partisi (ANAP) tek başına hükümeti kurduktan sonra Başbakan Turgut Özal’la YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı türban yasağını kaldırmak için el ele verirler. Bu çabaların sonunda 10 Mayıs 1984’te şöyle bir karar çıkar: “Yükseköğrenim kurumlarında öğrenim gören kız öğrencilerin başlarının açık olması esası yer almış olmasına rağmen, bazı yükseköğrenim kurumlarında sayıları az da olsa bazı kız öğrencilerin müessese içinde başörtüsü kullandıkları konusu üzerinde durularak bu durumun etkin surette önlenmesi gerektiği; ancak modern bir şekilde ‘türban’ kullanılabileceği görüşü çoğunlukla benimsendi.”


Görüldüğü gibi, ‘türban’ ile ‘başörtüsü’ ayrımını ilk yapan, bugün iddia edildiği gibi günümüzün ‘laikçileri’ (laikliği adeta ideoloji haline getirenler) değil, dönemin YÖK’üdür. Kararda türbanın ‘modern’ olarak tanımlanmasıyla başörtüsü zımnen ‘geleneksel’ olmaktadır. Onaylanan biçim, elbette ‘modern’ olandır. Tek sorun, neyin başörtüsü neyin türban olduğunun tanımlanmamasıdır ki bu belirsizlik günümüze kadar sürmüştür.


Şule Yüksel Şenler: Tesettürün içi boşaldı, verdiğimiz mücadele boşa gitmiş gibi

Ünlü yazar Şule Yüksel Şenler, günümüzde tesettürün içinin boşaldığını ifade ederek ciddi eleştirilerde bulundu.

TRT Türk’te yayınlanan “Büşra ve Kübra ile Tanıklar” programının bu haftaki konusu başörtüsü mücadelesinin sembol ismi Şule Yüksel Şenler’di. Manevi dönüşümü, mücadele dolu yılları ve nekahat döneminin ko
nuşulduğu programın konukları dava arkadaşı Mehmet Fırıncı ve bir an olsun yanından ayrılmaya Müzeyyen Taşçı’ydı. Hasta olduğu için canlı yayına katılamayan ancak röportaj teklifini kırmayan Şenler, ağır geçirdiği rahatsızlık sonrası evinin kapılarını ilk kez TRT Türk’e açtı.


'TESETTÜRÜN İÇİ BOŞALTILDI, DEĞERİNİ KAYBETTİ'

Şule Yüksel Şenler günümüz tesettürüne yönelik çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Tesettürün içinin boşaldığını işaret eden Şenler, eleştirdi ve kendisine yöneltilen sorulara şöyle cevap verdi:

“Bugün tesettür anlayışını son derece yanlış değerlendiren ve topluma da yanlış arz eden bir kesim var. İslam ve dava adına verdiğimiz mücadelenin hepsi boşa gitmiş gibi… Evet, başlarında bir örtü var. Fakat o örtü hallerden hallere girdi. Sadece başörtüsü ile tesettür olmaz. Uzun pardösülerin boyu kısaldı. Pantolon- tunik furyası başladı. Şimdi görüyorum tunikler de kalktı ve onun yerini pantolon bluzlar aldı. Kur’an’ı Kerim’de dışarıya çıkarken üzerine alacağı vücut hatlarını belli etmeyecek ikinci bir kıyafetin olması gerekliliği yer alıyor. Buna riayet edilmeyince tesettür değerini kaybetmiş oldu.”

09.12.2015
 
http://tv5haber.com/75579_Sule-Yuksel-Senler--Tesetturun-ici-bosaldi,-verdigimiz-mucadele-bosa-gitmis-gibi.html





Görüşlerinde en ufak bir değişim yok. Zaman tünelinde kalmış tavizsiz bir direnişçi o. Kalbinin sıkı sıkıya kapalı kapılarını ilk kez N.A’ya araladı.


Geriye dönüp baktığınızda, kendinizi “dar görüşlü” bulduğunuz hiç oldu mu?


Olmadı ama bugün olsa daha ılımlı bir üslup kullanırdım. Mesela Huzur Sokağı, otuz küsur yıl önce yazılmış. Romanı bugün kaleme alsam, üniversitedeki birtakım böyle açık kıyafetler, uyumsuz davranışlarda bulunan kızlarımızı öyle resmetmezdim. Biraz şematik buluyorum şimdi. Ama değiştirmeye de imkan yok artık.


Özel yaşamınızda bugün hata kabul ettiğiniz şeyler var mı?

Var. İzdivaç hayatımda isabetli seçimler yapamamışım. Karşılaştıklarım, çok yıkıcı oldu benim için. İlk izdivacımı 32 yaşında yaptım. Seri konferanslara çıkıyordum günlerce. Yorucu seyahatler, birbiri ardınca açılan sayısız mahkemeler. Annem “Gözüm açık gitmesin, evlen artık” diyor. Ben ölene kadar sadece kalemimle değil, konferanslarımla da hizmet etmek gayesindeydim.

Sonra evlendiniz.

Evet, kendisi gezici tiyatro yapıyordu. Davanın insanı dedim. Oysa yapılarımız, görgülerimiz çok farklıydı. Beş yıl sabır diye kendimi oyaladım. Konferanslara da çıkamadım. Çok çileli bir hayat yaşadım. Bütün ideallerim mahvoldu. İnsan evlenince bir ömür boyu hayat arkadaşıyla birlikte yaşlanmak ister. Ona güvenir. O güven sarsılınca ayrıldım. Bir buçuk sene sonra bir maden yüksek mühendisi ile evlendim. Diğerinde ne kadar böyle çok sivri gördüğüm taraflar varsa, bu da o kadar yumuşaktı. Geçirdiği bir kaza sonrasında hidayete ermiş. Bir kızı var. Benim de çocuğum olmuyor. Dedim ki ilk eşim gibi beni itip, kendi koşacak bir adam olacağına, hiç olmazsa beş vakit namazını kılan, normal bir Müslüman olsun, bana da destek olsun. Kızını ben yetiştiririm dedim, evlendik. 11 yıl evli kaldık. Fakat yürümedi. Ayrıldık.


Kızı mı sorun oldu?

Tek sorun o değil. Birtakım şimdi anlatmak istemediğim olumsuz durumlar yaşadım. Çok zor dönemler geçirdim. Hatırlamak bile istemiyorum.

Evliliklerinizin yürümemesinde sizin “mücahide” kabul edilmenizin rolü var mı?

Tamamıyla. İslam sadece dış görünüşten ibaret değil. Ahlak güzelliği olmayınca, ibadetiyle, giyimiyle her şeyiyle İslamî olsa da yıkıma uğruyorsunuz. Benim çok modern yaşayan, sol fikirli hatta ateist arkadaşlarım var ama İslam ahlakı özellikleri taşıyorlar.

Öyleyse bir Müslüman kadın, böyle bir ateistle evlenebilir.


Hayır, dinimiz buna müsaade etmez.


Ama Peygamberimiz de “İslam güzel ahlaktır” diyor.


Ama o nasıl güzel ahlaktır ki, kendisini yaratan Allah’ı tanımıyor?


Ateist olmasına rağmen İslam ahlakıyla donatıldığını tespit edebilmişseniz, şimdi mantık hatası yapıyorsunuz...

Yok. Bir Müslüman kadının bir Allah tanımazla evlenmesi mümkün değildir.


Kadının kocasına tamamen tabi olduğunu mu düşünürsünüz?

Kuran–ı Kerim’de erkekleri üstün tutan hiçbir şey yoktur. Ama erkeğin otoritesi daha önde oluyor. Erkek evi geçindirmekle mükellef.

Bugün insan kızına “sana kocan bakacak” derse mi onun iyiliğine olur, yoksa “ekonomik olarak bağımsız ol, mesleğin olsun, sen de kendine bak” diye büyütülürse mi?

Tabii ben kızımı Müslüman kadının edinebileceği meslekler çerçevesinde yönlendiririm. Her sahada çalışamaz kadın. Yalnız kadın çalışmaya mecbur bırakılamaz, erkek ona bakmakla görevlidir.

Ama savunduğunuz bu model size bile uygun olmadı. Siz yaşamınızda erkeğin rolünü yüklendiniz daima.

Aşağı yukarı, evet.

Yani neden kocam geçindirsin ki beni? Parayı o verirse, düdüğü de o çalar, böylece ben daha az gelişirim.

Kendini geliştirme hakkı zaten size veriliyor. Yalnız içinde yaşadığımız modern hayat biçimi, üzerimize sonradan giydirilmiş bir gömlek. İslam hakkıyla yaşansa, kadına çalışma hakkı var.

Ama ne kadar? Kadına yasakladığınız meslekler var sizin.

Efendim benim yasakladığım değil, İslam bu. İslam, kadın–erkek bir arada kaynaşmayı caiz bulmaz.

Bu da bir yorum meselesi. İranlılar, kadının pek çok hakkını vermiyorlar; ama devlet dairelerinde kadın–erkek bir arada çalışıyorlar.

İran’la mukayese etmiyorum. İslam’ın esasından söz ediyorum.

Araplar, Farslar, Urdular, herkes sizin gibi İslam’ın esasından söz ediyor.

Hiçbirisi hakiki İslam değil. Her birinde yanlışlıklar var.

O halde hakikatin ne olduğunu kimse bilemez.

Bilir ama uygulayamıyorlar efendim.

Demek ki uygulanamıyor. Şimdi bir kadın ve bir erkek doktor aynı mekanda hasta bakamaz gibi bir ayet mi var?

Siz bugünkü ortama göre böyle konuşuyorsunuz. Kur’an–ı Kerim’de namaz emredilmiştir, ama namazın nasıl kılınacağını sadece Peygamber Efendimiz tarif etmiştir. Hadis–i şerifler, çeşitli uygulamalar var. İslam’ın gerçeğinde olan şeyleri zamana göre değiştirmek olabilir ama mesuliyeti var.
Aynı şeyi söylüyoruz ama vardığımız sonuç farklı. Tarihe baktığınız zaman açık ayeti olmayan pek çok konu çevre, kişilik, bilgi şartları, siyasi şartlar vs. ile yorumlanmış.

Demek ki işin aslını söyleme tekeli kimsede değil.

Ama Kur’an esastır. Hadis–i şerifler, diğer bütün fıkıh kitapları var.

Her devletin kendi alimleri olmuş,o esası yorumlamışlar işte.

Siz de haklısınız kendi zaviyenizden. Gerçek Müslüman’ı bulmanız mümkün değil. Ben bu sistemde insanların gerçek İslam’ı hakkıyla yaşayacakları inancını kaybettim.
“Gerçek”e bu kadar takılmasak ne olur sanki. Kader sizi Taliban’ın sözcüsü olarak da konuşlandırabilirdi dünyada. 

Yani size göre gerçek, öbürüne göre gerçek değil, bunu kabul etmek lazım.

Ben onu kabul ediyorum. Zaten İslam’ın zorlaması yoktur. Sadece bir tavsiyedir, Allah’ın emirleri. İstediğini alır, istediğini almazsın. Başka bir değere inanıyor diye kimseyi küçümsemek hakkına da sahip değilim.

Üniversitelere giremeyen türbanlı kızlara ne tavsiye ediyorsunuz?

Başını açıp girenlere çok üzülüyorum. İnanmışsanız asla taviz vermemelisiniz. Dinin özüdür bu. Asla açılmak diye bir şey yok.

Tabii meslek sahibi olmayı ikinci plana alınca bunu söylemek kolay. Nasıl olsa erkek evi geçindirecek...

Kızlarımıza diyorum ki size açık başlı olacaksınız diyorlarsa, müktesep olan hakkınızı istemek zarureti var. Eğer ben devlet okullarına bu kıyafetimle alınmıyorsam o zaman İslam kız okulları açın demeniz lazım.

Çok mantıksız; imam hatipte bile başörtüsüne izin vermeyen buna izin verir mi?

Ama mücadele, mücadele, dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsunuz. İslam kız okulları açıldığı takdirde okulun içinde baş açık olmalıysa, hanım öğretmenler vasıtasıyla biz başlarımızı da açarız, okuruz da. Ama dinimize göre bir erkeğin yanında başımızı açmak haramdır diyecektiniz diyorum kızlara.

Neden kızların biraz esnek olmalarına iyi gözle bakmıyorsunuz?

Benim değil, İslam’ın icabıdır bu. Devlet laiktir; ama fert laik olamaz. Bu laik devlet içerisinde yaşama hakkı olan ve her görüşe gösterilen müsamaha gibi, Müslüman bir toplumun âdetine, fikirlerine hürmet bekler. Yani demokrasi bu demektir.
Yani yıllar böyle boşa mı geçsin, bu kuşağın kızları telef mi olsun bu arada?

Geçebilir yıllar. Allah’ın emirlerinden taviz vermek son derece veballi bir şey.

Kızların mesleksiz kalmaları, kocalarının avucuna bakar hale gelmeleri hem ceplerini, hem ruhlarını aç bırakıyor. Durumu lehinize değiştirme gücünüz olmadığını göremiyor musunuz, sizin gibi önderlerin de vebali var. Şule Hanım, kusura bakmayın ben böyle biraz huysuzum.

Yok çok güzel konuşuyorsunuz. Çok samimi, çok da cici bir yapınız var maaşallah. Ama ben sadece bu dünyayı düşünmüyorum. Allah böyle bir ruhsatı kesinlikle vermiyor.
Acaba? Aç kaldığınız zaman, eğer bir ölüm olacaksa domuz etini yemeye izin var. O halde geçici olarak başını nasıl açmazsın okumak için?

Hz. Sümeyye, kocası Yasir müşrikler tarafından büyük işkencelere reva görüldüler. Ölümün eşiğinde olmalarına rağmen taviz vermediler, hayatlarına son verildi. Ammar, annesinin, babasının işkencelerle gözü önünde öldürüldüğünü gördü. Daha sonra Ammar’a başladı işkence. Uzun müddet dayandı. En sonunda pes etti, serbest bıraktılar. Bu perişan haliyle Peygamber Efendimiz’in ayaklarına kapandı, “Sonunda dayanamadım, onlara putlara taptığımı söyledim.” dedi. Peygamberimiz. “ O sırada kalbin nasıldı ya Ammar?” diye sordu. “Allah ve Resulüne iman ile doluydu.” deyince “Sana yine öyle yaparlarsa sen yine öyle yap.” dedi..

Bu örnekle kendinizi yalanlıyorsunuz. Çünkü “Kalbin ne diyor?” sorusu anahtar. Kafanı açabilirler ama kalbini açamazlar. Girersin, imtihanlarını verirsin. Dışarıya çıkar kapatırsın tekrar.

Hayır, tarihin hiçbir devrinde,casusluk için dahi olsa görülmemiştir ki kadın kullanılsın.Hiçbir devrede başını açtırtamamışlardır kadının. Bir genç kızımız telefonda ağlayarak, diğer arkadaşlarının açıldığını, kendisinin ne yapması gerektiğini soruyor. Haksızlığa meydan okuması gerektiğine inanıyorum. Sistem öyle istiyor diye, bunların çarkına girmek kadar yanlış bir şey düşünemiyorum.

Tam tersi, bu düşünce yüzünden çarka giriliyor. Bu çark kadınların dışarıda kalmasını istiyor.

Size katılmıyorum. Biz bu toplumda ikinci sınıf vatandaş olmaya razı değiliz.


Peki siz aşkı nasıl tanımlarsınız?

Aşk son derece gizemli, insana çok eziyeti olmasına rağmen çok büyük mutluluklar da veren bir duygu. Çok genç yaşlarımda yaşadım. 14 yaşımda başladı, 18’imde son buldu. Neredeyse evlilikle noktalanıyordu, söz filan kesildi, ama olmadı. Ailem istemedi. Hayatımın en büyük yıkımı olarak görüyorum.


Yaşıyor mu?

Bilmiyorum. Fakat içimde çok temiz bir duygu olarak kaldı. Mesleğini eline alıp istetecekti beni. Ama yıllar geçti, maalesef tahsilini bitiremedi. Ailem bizim kızımızı kimler istemedi ki gibi bir tavra girdi. Onlara ters düşmek istemedim. Yani, tek kelime ile kendimi harcadım. Ailem olaya son noktayı koyunca büyük bir şok geçirdim. O yüzden bu yaşıma kadar çocuğum olmadı. Bütün yaşamıma anlatılmaz bir acı yayıldı. Yüreğimde daima bir sızı duydum. Daima o temiz sevgiyi yaşattım. Belki de bu duyguları yaşamasaydım, Huzur Sokağı’nı, oradaki tertemiz duyguları o kadar güzel aksettirmem de mümkün olmayabilirdi.

Geçenlerde buna benzer bir film izledim. Bir grup yaşlı adam. Bir tanesi yıllar evvel bir kızı sevmiş. Adam ölmek üzere. Arkadaşları kızı bulabilmek için seferber oldular.
Benim çevremde de oluyor onu bulma istekleri ama artık hiçbir şeyi kaldıracak gücüm yok. Korkuyorum bir de galiba. Annesi bankacıydı. Babası Fatih’te telefon müdürüydü. Bilmiyorum, herhalde o da bankacı olmuştur. O beni çok aradı. Vefat eden küçük abim, arkadaşıydı. Onunla haber gönderdi. “Kalbi ölene kadar benimdir” demiş. Bunu yaşadım ama dediğim gibi ne buluşmak, ne konuşmak, ne mektuplaşmak oldu.

Sizi ilk ve tek aşkınızla bir araya getireceğim.

Sakın sakın. Hafızamdaki o yerde kalmasını istiyorum. 

Duyduğuma göre bir kere izdivaç yapmış ama sonra boşanmış. “Hiçbir zaman Şule’den başkasıyla yapamıyorum” demiş. Sonradan çok istetti ama ben bir türlü aileme karşı çıkamadım. Halbuki ne yapıp yapıp onları ikna etmeliymişim. O savaşı vermeliymişim. Son pişmanlık fayda etmiyor.

Annelere, babalara bir mesajınız var mı, sevenleri ayırmayın gibi?

Tabii tabii. Eğer uygun bir kimse ise, karşı çıkmamalarını kesinlikle tavsiye ederim. İdeal ölçülerde olan biriyse sevdiği, onunla kaçanlara da kahraman gözüyle bakıyorum. Anne–baba duygulara bu kadar duyarsız olursa, en normal şey de hayatını istediği kişiyle birleştirmesi diye düşünüyorum.

Bu söyleşiyi o beyefendi de okusun, sizleri bir araya getireyim istiyorum.

Ben istemiyorum. Hâlâ da o güzel duygulara saygı duyuyorum. Cidden o ve ailesi hürmete değecek insanlardı. Evet ben âşık oldum. Ama şu var. Leyla ile Mecnun bile konuştular, görüştüler. Ben ise ne görüştüm, ne buluştum. Bu kadar temiz, bu kadar asil bir duygu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder